
KÜÇÜK MOZAMBİK KANARYASI MAPUTO
Yemyeşil Ormanından koparılıp on iki bin km öteye kaçırılışının üzerinden 600 gün geçmişti. Özgür kalabilme fikrini kafasından tamamen silen Maputo, bulunduğu evin balkonunun esintisi ile avunuyordu. Onun gibi güzel ötebilen bir kanarya türü yoktu dünya üzerinde ama artık keyifli şarkılar söylemiyordu. Maputo’yu satın alan adam onu güzel nağmeler dinlemek için getirmişti evine. İlk günlerde içinde bir umutla ormanda öğrendiği en güzel şarkıları mırıldanan Maputo, sahibini çok memnun ediyordu. Günler ilerledikçe kapalı tutulduğu kafeste neşesi kaybolmaya başlayan Maputo için şarkı söylemenin hiçbir anlamı yoktu. Ormanda her gün oyunlar oynayıp şarkılar söylediği, birlikte daldan dala konup en lezzetli meyveleri yediği arkadaşlarını, en önemlisi anne ve babasını çok özlüyordu. Keşke yanlarında olabilseydi. Kafese konulduğu ilk günlerde nasılsa bir yolunu bulup buradan çıkar, ülkeme uçar giderim diye düşünüyordu. Bu düşüncesi sahibinin izlediği belgeselde Mozambik’in bulunduğu yere on iki bin km uzaklıkta olduğunu öğrendiği güne kadar sürebildi. Artık vatanına dönebilmesi için hiç ama hiç ümidi kalmamıştı.
Günlerden bir gün, Maputo güneşin batışını izlerken pencereden gelen şiddetli bir gürültü ile irkildi. Pencerenin camı kırılmamıştı ama çok büyük bir şey çarpmış olmalıydı. Maputo hemen kafesin üst kısmına sıçrayıp meraklı gözlerle pencerenin dışını kontrol etti. Pencerenin önündeki kırmızı sardunyaların arasında bir kanat belirdi. Gri ve beyaz tüylerden oluşan bu kanat, Maputo’nun on katı büyüklüğündeydi ve ucu turuncu renkli upuzun bir gaga saksıların kenarına tutunmaya çalışıyordu. Gövdesi ve boynu bembeyaz, kanatlarının üst kısmı tamamen açık gri bir kuş sardunyaları ezerek saksının üstüne çıkmayı başardı. Saksının üstünde dengede durmaya çalışan bu kocaman kuş bir martı idi. Dengesini bulduktan sonra Maputo’yu fark etmesi çok uzun sürmedi. Maputo kuşun büyüklüğünü incelemeye dalmışken; “Merhaba minik kuş! Beni duyabiliyor musun?” diye seslendi genç martı. Pencerenin aralığından sesini belli belirsiz duysa da Maputo çok mutlu olmuştu. Günlerdir ona selam
veren bir kuş olmadığını hatırladı. Heyecanı daha da arttı. Bu garip tesadüf içinde özgürlük umutları
uyandırmıştı. Belki bu kocaman kuş ona yardım edebilirdi. Hemen cevap verdi;
-Evet evet duydum seni. Benim adım Maputo. Ben küçük bir kanaryayım. Mozambik’te avcıların ağlarına takıldım ve buraya getirildim. Sen ne tür bir kuşsun? Adın nedir?
Genç martı hayatında bu kadar küçük bir kuş görmediği için şaşkınlığı devam ederken;
-Martıyım ben. Opta benim adım. Deniz kenarlarında yaşarım. Buraların en mücadeleci martısı benim. Bugün yine yiyecek bulamadım denizde. Ben de biraz evlerin üzerinde uçayım dedim. Senin kafesinin üzerinde duran balığı görünce hemen bir dalışa geçtim ama pencerenin kapalı olduğunu fark etmemişim, diye cevapladı Maputo’yu. Maputo, Opta’nın durumuna üzülmüştü. “Açlığını gidermek için nasıl yardımcı olabilirim” diye
düşünerek cevap verdi.
- “Kafesimin üstündeki balık bir süs zaten, sahibim onu tatil dönüşü getirdi ve tepeme astı.”
Opta balığın cansız olduğunu öğrenince;
- “Yani cansız bir balığı yemek için mi heveslendim? Tüh ya gagam da öyle acıdı ki” diye hayıflandı.
-“Sadece balık mı yiyebiliyorsun?” diye sordu Maputo.
-“Hayır, balık dışında da bir şeyler atıyorum ağzıma. Aslına bakarsan bizim türümüzdeki kuşlar ne bulursa onu yiyor artık. Hatta bu aralar benim en favori yiyeceğim simit. Sana bir şey itiraf edeyim mi? Biz Martılar bazı insanlar tarafından hırsız kuşlar olarak adlandırılıyoruz. Bir keresinde abim Portun piknikçilerin sepetinden çok güzel bir balık çalmıştı. Balığı denizde bulabilsek hırsızlık yapmazdı elbet “diye cevapladı Maputo’yu.
-“Hırsızlık çok kötü bir şey ama nasıl böyle rahat rahat anlatabiliyorsun?” diye çıkıştıktan sonra
şaşkınlıkla Opta’ya baktı Maputo.
-“Kafesin içinde senin yemin de suyun da önünde, keyfin yerinde tabi. Hiçbir mücadelen yok karnını
doyurmak için” diye hışımla cevabı patlattı Opta. Ardından ekledi;
-“Aman neyse, ben açlıktan ölüyorum, yiyecek bir şeyler bulmam lazım” diyerek hızla uzaklaştı gökyüzünde.
-“Dur gitme lütfen” diye bağırıp duran Maputo, Opta’nın gökyüzünde kayboluşunu izledi. Ayağına gelen fırsatı nasıl da kaçırmıştı. “Keşke ona yiyecek bir şeyler verebilseydim, belki o da bana yardım ederdi” diye iç geçirdi.
İlerleyen günler boyunca Opta’yı düşündü durdu Maputo ama Opta, Maputo’nun yanına bir daha gelmedi.
Maputo bazı geceler, kafesin telleri arasından uzun uzun parlayan yıldızlara bakıyor ve umudunu yitirmemeye gayret ediyordu. Hayalinde, bir gün ailesine, arkadaşlarına ve vatanına ulaştığı günü canlandırıyordu.
Sahibi bir gün Maputo’yu daha rahat etsin diye geniş ve telleri ince bambudan yapılmış özel bir kafese koydu. Yeni kafesine geçtiğinde Maputo, ailesinden ayrı geçirdiği 713. günü yaşıyordu. Hiçbir kafesi sevmediği gibi bu kafesi de sevmemişti Maputo. Evde yalnızken her gün sinirinden kafesin bambu tellerine sertçe vurup sinirini ve öfkesini azaltmaya çalışıyordu. Yeni kafesine geçeli 33 gün olmuştu. Maputo bambu telli bu kafeste günlerini sadece telleri gagalamakla geçirirken bir gün tellerden birine çok hasar verdiğini fark etti. Her gün aynı yeri
gagalarsam teli koparıp bu kafesten kurtulabilirim belki diye düşündü. Sonra da bıkmadan usanmadan pencere tarafındaki bu hasarlı teli sürekli gagasının sert darbeleri ile günlerce yıprattı. Aradan üç ay geçmiş, bambu tel iyice yıpranmıştı. Maputo bir yandan bambu tele gagasıyla en sert darbeleri indirirken bir yandan da kafesin dışına çıktığında evden nasıl kurtulabileceğinin planını yapıyordu. Bu hesapları yaparken kalbi heyecandan küt küt atıyor ve annesiyle babasına kavuşacağı günü iple çekiyordu. Maputo, kafesten çıkmak için en uygun zamanın sahibinin pencereyi havalandırmak amacıyla açtığı an olduğunu düşünüyordu. Derken bir sabah Maputo, sahibinin pencereyi açtığı anda bambu tele tüm gücüyle vurdu ve teli parçaladı, kendini kafesin dışına attı. Açık pencereden de gökyüzüne süzüldü. Yeniden doğmuştu adeta. Her kanat çırpışında mutluluğu artıyor, kendini bir bulut gibi hissediyordu. En hafif ve özgür bulut o olmalıydı. Yükselmeye devam ederken en güzel şarkılarını mırıldanıyor, üstünden geçtiği denizin maviliğini doyasıya seyrediyordu. Bu eğlenceli yükselişle
birlikte göçmen bir kuş sürüsüne rastlaması çok uzun sürmedi Maputo’nun. Bu bir Leylek sürüsüydü.
İçlerinden biri kahkahalarla Maputo’ya yaklaştı ve;
-“Sen ne küçük bir kuşsun böyle” diye dalga geçti.
Keyfini hiçbir şeyin bozamayacağından emin bir şekilde cevap verdi Maputo;
-“Evet, haklısın çok küçük bir kuşum. Ama emin ol ki şu an dünyanın en mutlu ve en özgür kuşu benim
dostum” diyerek gülümsedi.
-“Merhaba, benim adım Kiko” diye kendini tanıttı genç Leylek. Sonra sözlerine özelliklerinden
bahsederek devam etti;
-“Kanatlarım çok güçlüdür. Kilometrelerce uçabiliyorum. Neden öyle dediğini anlamadım ama kuşlar
genel olarak mutlu ve özgürdürler zaten.”
Maputo başından geçenleri en ince ayrıntıları ile anlattı Kiko’ya. Kiko çok etkilenmişti Maputo’nun anlattıklarından ve ona yardım etmek için söz verdi. Kilometrelerce uçarlarken her kanat çırpışlarında yardım edecekti ve anne - babasına kavuşturacaktı Maputo’yu. Mozambik’e ulaşmak için 12 gün boyunca uçmaları gerektiğini anlattı Kiko, Maputo’ya. Uzun kanatlarının nasıl avantaj yaratacağını ve bu yolculukta nelere dikkat etmesi gerektiğini öğütledi. Kiko ve Maputo sürünün ahengini bozmadan kilometrelerce uçtular. Maputo dinlendikleri zamanlarda rüyasında hep anne ve babasına kavuştuğu anı görüyordu. Büyük bir mücadele ile tam sekiz ülkenin üzerinden geçtiler ve yolculuklarının son gününe geldiler. Maputo kanatlarını her zamankinden daha güçlü ve mutlu çırpıyordu. Anne ve babasının yaşadığı ormanı görmeye başlayınca gözünden yaşlar süzülmeye başladı. Hem uçuyor hem de ağlıyordu. Kiko’ya da ne kadar teşekkür etse azdı. Onunla vedalaştı ve Kiko da Maputo gibi sevimli bir dostu olduğu için çok mutlu olduğunu söyledi. Maputo birkaç saat içinde evine ulaştı. Anne ve babası ona kanatlarıyla çok güçlü sarıldı. Mutluluklarını anlatmaya kelimeler yetmiyordu.
Maputo özgürlüğün ve ailesinin değerini geçirdiği kafes hayatından sonra daha iyi anlamıştı. Arkadaşlarına sürekli başından geçenleri, yolculuğunu anlatıyor, onlarla şakalaşmaya kaldığı yerden devam ediyordu. Sonrasında da özgürlük, mutluluk ve keyifli yaşamak için neler yapmak gerektiği ile ilgili sohbetlere dalıyorlardı. Bu sohbetler dünyanın en güzel sohbetleriydi.